“Türkçem Benim Ses Bayrağım”

13 Mayıs Dil Bayramı nedeniyle düzenlenen “Türkçem Benim Ses Bayrağım” konulu öykü yazma yarışmasında 11. sınıf öğrencilerimizden Büşra Ayoub, “Gözlemleyen” adlı öyküsüyle Maltepe ilçe ikincisi oldu. Öğrencimizi kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz.

GÖZLEMLEYEN

Yavaşça başını kaldırdı ve yukarı baktı. Kâğıdına damlayan akışkan siyah sıvının kaynağını arıyordu gözleri. Bakışları, bir vakit sonra yazı masasının üstüne yayılmış onlarca öykü nüshasını aydınlatan masa lambasında kilitlendi. Ampul duyunun erimekte olan siyah plastik damlalarının gittikçe uçta birikmeye başladığını fark etti. Işığın duvarda kıvranan kızıl yansımaları gözlerini ağırlaştırdı. Adam bir anda yere devrildi ve ışığın tümünü aydınlatamadığı hali odada dölüt gibi kıvrılarak uyuyakaldı; tam otuz altı saattir kaleminin mürekkebi kesintisiz olarak sayfaların üzerinde dolanıyordu.

Ne hissettiğini bütünüyle bilemiyorum, insanların oldukça karışık yaratıklar oldukları inkâr edilemez. Bir hayli kuşku duyar ve nedenini kavrayamadığım anlarda korkuyla titrerler. Değişim düşüncesi özlerini kurt gibi kemirir, alışılagelmiş düzene duydukları kuruntulu bıkkınlık onları ekseriyetle felakete sürükler. Böyle vakitlerde de yıkımlarını “insanlık” dedikleri kelimeyle kılıflandırmaya çalışırlar; insanın makineden farkının duygularının olmasında gizli olduğunu söylerler. Aklı hezimete uğratmayı duygulara atfederler. Bir ihtimal bu yüzden, benden nefret ediyordu; alışkanlık benim için bir varoluştu, düzenden soyutlanmış bir eşkâlde var olmanın nasıl olabileceğini anlayamıyordum ve her gün, aynı yerde, aynı biçimde var oluyordum. Onlara değişim isteğinin bir yanılgı olduğunu, insanın ebediyetini kemiren, kızgın taşların üstünde yürüyen birinin acı dolu inlemeleri gibi ruhu inleten ve algıyı bulandıran bir yanılgıdan ibaret olduğunu söylemek istiyordum. Ama insanların gözünde ifadelerim, onların asla kavrayamayacağı aynı aralıklarla hareket etmekten ibaretti. Bu yüzden bana yalnızca sessizlik içinde gözlemlemek düşüyordu; insanı, etrafı, oluşu. Ama yönlendirmek için dilim yetersizdi. İletişimimiz tek taraflıydı. Söylemek istediğimle anlaşılan arasında bir uçurum vardı. Hareketliliğim onlara sadece kendilerinin tükenmekte oluşlarını anımsatıyordu. Bir süre sonra tedirgin bakışlarla bakar oluyor ve elleri titremeyle sarsılıyordu. Ölümün fısıltısını duymaya başladıklarında bu tedirginlik büsbütün artıyor ve uzunca süredir, siyahla yıkadıkları gerçeklerin boyalarının kuruyup döküldüğünü hissediyorlardı. Şehirlerin onlara uygun gördükleri tüketim döngüsünde nicedir unuttukları yaşama içgüdüleri, içlerini dişlemeye girişiyordu. Çoğunlukla bu safhada, kendilerini andıran taze yüzler oluşturuyorlardı; daha sonra bir ihtiyar olarak gencecik yansımasının elinden tutup sahilde koşturmak için. Nadiren de ilhamı raflarda açılmayı bekleye bekleye sararmış kâğıtlara, pikaplardan yükselecek ezgilere ve renklerin yoğunluğuna hapsediyorlardı. Ama bu, oldukça istisnai bir durumdu.

Adam köşeye çekildi ve beni izlemeye koyuldu. Işığın kızıl yansımaları arkasında çılgınca dans ediyordu. Sessizce bana bakıyor ve kollarımın her hareketini takip ediyordu. Çıplaktı ve esen rüzgârdan ürperiyordu. Biraz önce ayılmış olmalıydı çünkü buna benzer histeri nöbetleri gibi, yazma arzusundan sonra bakışları ifadesiz olurdu. Şimdi de o bakışla bakıyordu bana. Sanki bir anda tüm anıları silinmiş birine dönüşüyordu; kimliksiz ve anısız bir “hiç” oluyordu. İyi bir yazar olduğu söylenemezdi. Ondan daha iyilerini görmüştüm. O, iyiler kadar acı çekmemişti, henüz dilin dışında bir bilinç oluşturamamıştı. Kelimelerle kelimelerin dışına ulaşmayı bilmiyordu. Yazıyordu yalnızca, hastalık gibi çoğalan anlamsız kelimelerle ve yarım kalmış cümlelerle. Yazdıkları, bir anda keskin bitişlerle sonlandırılmış olay örgülerinden oluşuyordu. Öykülerindeki kahramanlar beş satırlık alan içinde nefes alabilmek için çabalıyorlardı. Cümlelerin üstleri daha tamamlanmadan çiziliyordu. Adam, yazı masasına yaklaştı. Gerisini tahmin edersiniz. Kalp atışlarımdan daha hızlı yazı yazmaya çalışan bir el ve bu hızla arka arkaya dizilen birtakım sözcükler. Zamanın tükenmeye başlamasıyla ölümün fısıltılarının şiddetlenmesi… Yazamamanın uyandırdığı öfke… Ardını izleyen umutsuzluk… “İngilizcede dört yüz bin, Fransızcada altı yüz bin, Arapçada ise bir buçuk milyon. Türkçeye gelince… Ne yazık ki, yüz on bir binde kalıveriyoruz. Peki, bu neyi ifade ediyor tam olarak? Yoksa bu yüzden mi tam olarak bir şey ifade edemiyoruz? Anlatımda bocalıyor, tutkuların en uçlarını deneyimleyemiyoruz? Kelimelerimizin türeyemeyişlerinden mi?” Karalanmış satırlardan sonra hiddetle bunu yazdı. Sonra kahve fincanını yeniden avuçlarının arasında ovuşturarak beni izlemeye koyuldu. Soruyu bana yönlendirmiş gibiydi. Tükenen dakikalarında her şeyden önce dilini sorguluyordu çünkü onu ebedi hayata taşıyacak olan yine diliydi; konuştuğu ve yazdığı Türkçeydi. Yüz on bir bin kelimesiyle birlikte, sınırlandırılmış dünyasıydı. Nicelliğin ağlarına takılarak tümüyle konuşamadığı, yazamadığı ve içinde eriyip ölümsüzleşemediği diliydi. Ve kaçamak bakışlarla, zamanının bitişini izleyen ve bir sonraki sahibimin çöküşüne şahit olacak olan ben, ihtiyar duvar saati…

 

Veli Mektupları

Siz Değerli Velilerimizden gelen görüş ve yorumları okumak için lütfen tıklayınız.